31 Aralık 2013 Salı

yeni yıl dilekleri

çok hareketli ve bol ağlamalı geçti 2013 yılı... hayatım boyunca yaşamadığım pek çok şeyi tek bir yıla sığdırdım. gerekli miydi şuan sorguluyorum ama ilişkiler konusunda epey deneyim kazandım. geçtiğimiz yılın başında yaşamam ve büyümem gerektiğine inanmıştım. bir yıl geçti ve ben en az 10 yaş büyüdüm ama bir o kadar da hırpalandım...

zamanında yaşanmayan duygular, ertelenen istekler, biriken duygusal açlık sebebiyle doğru düşünememem ve akıllıca hareket etmemem normal. son bir yıla bakıp hatalarımdan, elimden kaçırdığım fırsatlardan dolayı ağlamayacağım. bunun bana faydası yok. hızlı sürdüğü bisikletinden düşen ve dizlerini paramparça eden çocuklar gibiyim. bisikletten vazgeçmeyecek ama dikkatli kullanmasını ve kendimi korumasını öğreneceğim. sadece bir süre mola vermek istiyorum. nefesimi toparlayınca yeniden çıkacağım yola.

yazıya yeni yıl dileklerimi yazacağım diye başlamıştım. ama temiz başlangıç için eski yılı kusmam gerekiyordu. bu aralar bunu çok yapar oldum...

2014 den dileklerim;

ailemde huzur sağlık mutluluk
severek gideceğim bir iş
bol ve bereketli kazanç
eskiden olduğu gibi hatta eskisinden fazla güçlü bir benlik
yeni ülkeler görmek, yeni insanlar tanımak
bol bol müzik, konser, festival, sanat sepet işleri
arkadaşlarla geçen daha çok gün
seslendirme konusunda eğitim
kendi evim, mutfağım, salonum
salonumda L koltuk ve kitaplık
küçük şirin bir balkon
dostlarla, kahkahalarla, sabaha kadar süren okey partileriyle, büyük büyük masalarla şenlenen bir yuva...
ve hazır olduğumda gelen "gerçek" bir adam

FSB Aralık 2013

4 Aralık 2013 Çarşamba

Aşık Veysel'den


 
Benim sana verebileceğim çok şey yok aslında
Çay var içersen
Ben var seversen
Yol var gidersen

1 Kasım 2013 Cuma

mazlumun zalim olduğu günler

"mazlumun zalimden öcünü alacağı gün şüphesiz zalimin zulmettiği günden daha çetin olacaktır" Hz. Ali

Geçmişi pek de masum olmayan bir ülkeyiz. Herkesin geçmişinde acılar ve haksızlıklar var. Hz. Ali'nin bahsettiği günleri yaşar olduk...

Yine gündem kaynıyor.. 13 sene önce Meclisten başörtülü vekilin kovulduğu günden bugüne kadar çok şey değişti ülkemde. 2000li yılların başında üniversite okurken, okulun tuvaletinde başını açıp şapkalarını takmak zorunda olan arkadaşlarımız vardı. Sınavda neredeyse tüm soruları çözmüş olmalarına rağmen, ancak bir vakıf üniversitesinin ücretli bölümüne kayıt yaptırabilen, "nispeten şanslı" olanlar... İnancından dolayı bir yaşam şekli benimseyip, bunu yaşamasına izin verilmeyen çok insan gördüm.

Bugün, ülkemde yapılan binlerce yasaktan / haksızlıktan biri olan "başörtüsü yasağı"nın kalkmış olması kendi başına sevindirici bir durum. Ülkenin muhafazakarlaşması ve iktidarın otoriterleşmesinden duyulan kaygılardan ayrı tutulması gerek...

Anadolu insanı olduğumuzdan mı Akdenizlilikten mi bilmem, her konuda ya hep ya hiç mantıksızlığına çabuk düşen insanlarız... CHP Milletvekili Pavel'in yaptığı retorik açısından oldukça başarılı konuşmasında haklı olduğu kadar haksız olduğu yönler de var dersek, başörtülülere yıllardır yapılan haksızlıktı, düzeltilmesi bu ülke yararınadır dersek direkt  hükümet yanlısı oluruz... Tüm haksızlıklara sırt dönmüş oluruz... Çift kutuplu bir ülkede yaşamak ne kadar yorucu. Bir ülke ki, iktidara gelen herkes "kendine demokrasi" havasında... Bir reklamda geçerdi; "yok aslında hiç birbirimizden farkımız" diye. Gerçekten hiçbir farkları yok, ellerindeki gücün oranı dışında...

Pavey'in konuşmasında katıldığım en önemli nokta; "Bir inancın ibadet hakkını diğer inancın iznine bağlayan anlayıştan korkuyorum. Hukukun karşısına dini koyan anlayıştan korkuyorum" sözleri oldu. Ayrıca "Görülüyor ki bir arada yaşama efsanemiz çökmüş. Kibirden küfelik olmuşsanız, size benzemeyenin çığlığını nasıl duyacaksınız?" serzenişi de çok yerindeydi... Ancak "kendine benzemeyeni" cezalandırma ülkede yaşatılan en büyük gelenek adeta...

Tüm haklı argümanlarına rağmen ne yazık ki Pavey, CHP'nin hep çok eleştirilen "şimdi bizi anlamaya çalışın cahil köylüler" elitistliğinden sıyrılamamıştı. Adıyla bu derece çelişen bir "halk" partisi daha dünya tarihinde var mıdır bilmiyorum.

Pavel'in konuşmasında katılmadığım noktalar;
  • Gezi'yi partisi adına sahiplenmesi oldu. Ne hükümet ne de ana muhalefet Gezi ruhunu anlamadı anlamayacak...
  • "Biz Sivas’ta yakılan, Gezi de vurulan, evlerine işaret konulan, hayat tarzından ötürü cezalandırılanlarız" hayat tarzlarından ötürü asıl cezalandırılanlar, AKP ya da CHP'li olmayanlar... kutuplaşmış bir ülkede taraflar arasında kaldık...
  • "Çiçekli başörtüsü ve daracık pantolonuyla, Çamlıca parkının kuytularında, sevgilisiyle öpüşen genç kıza, özgürlüğünü Mustafa Kemal’e borçlu olduğunu hatırlatmak istiyorum" işte bu küçümseyici ve karşısındakini tektipleştiren bakış açısıyla senelerce binlerce kadının mağdur olmasına göz yumdunuz hatta desteklediniz. AKP'nin bugünlere gelmesinde önemli payın, CHP'nin yanlış muhalefet üslubu olduğunu söylemek çok da yanlış değil.

AKP'nin demokratikleşme kaygısıyla değil, özünden gelen hassasiyetle bu yasağı ortadan kaldırdığı aşikar. Yine de bir yanlışın düzeltilmiş olması adına olumlu bir gelişme. Ülkenin asıl meselesi, karşısında doğru düzgün bir muhalefet bulunmayan bir partinin 13 senedir iktidarda olması. Temsil ettiği kesimin uğradığı haksızlıkları düzeltirken, intikam duygusuyla hareket etmesi. Senelerdir yaşam şekillerine yapılan baskıdan şikayet ederken, baskının katbekat fazlasını "diğerlerine" uygulaması...

Seçim barajının yüksekliği nedeniyle bu ülkede temsil edilemeyen, temsil hakkı elinden alınan o kadar çok insan var ki... Ya da iki partiden birine, "kötünün iyisini seçmek" adına oy verenler... Asıl güme gidenler bu insanlar oluyor. Bu sebeple aylarca sokaklara çıktı insanlar. İki kutuptan ibaret sayılan ülkede seslerini duyurmak, ayakta kalmak için ağaçlara sarıldılar.

FSB Kasım 2013

30 Eylül 2013 Pazartesi

30. yaş

Söylemek istediklerim var yeni yaşım hakkında...

Matematiğin cilvesidir, 10'lu rakamların tekrarı olan yıllar dönüm noktası gibi gelir. Ben yarın 30. doğum günümü kutlayacağım. Kutlamayacağım, bu fiil sadece lafın gelişi sarf edildi. Aslında bir önceki seneden 29 yaşımdan sadece bir sene ileride olmasına rağmen, yaş 30 olunca herkesin bakışı bir anda değişiyor. İş verenler sizi daha az tercih ediyor, etrafınızdaki insanlar eğer evli değilseniz ya da düzenli bir ilişkiniz yoksa size daha çok acıyarak bakıyor falan filan...

Bazen ben de baskıyı daha şiddetli hissediyorum. Öncelikle kendi içimde dışarıya doğru bir basınç var.  Tüm klişeleri içselleştirmekten olabilir. Ben de bu yaşımda sahip olduğum hayatı kurduğum/kuramadığım düzeni sorguluyorum. 5 yıllık kariyer hayatımda istediğim noktada değilim, hala hayat arkadaşımı yoldaşımı bulamadım diye kafaya takıyorum. Halbuki herkesin mutlu olma yolu farklı hayat çizgisi unique. Bugün, 30 sene önce dünyaya geldiğim günden tam bir gün önce bugün, sadece sahip olduklarımı yazacağım.

Bedenimi seviyorum, sahip olduğum fiziksel özellikleri, anneannemden aldığım tenimin rengini ve dedemden aldığım gözlerimi...

Duygusal ruh yapımı, her şeyi sevinci, neşeyi, acıyı, kederi, aşkı, sevgiyi, öfkeyi, hiddeti herkesten yoğun yaşıyor oluşumu seviyorum. Ne kadar hissedersen o kadar yaşarsın...

Ailemi çok ama çok seviyorum. Kalbi yüzünden bile güzel ve saf annemi, hayatım boyunca gördüğüm en dürüst insan olan babamı, her şeye farklı açılardan ama sadece iyi niyetle bakabilen kardeşimi çok seviyorum.

Bir anneannenin ilk torunu olmanın verdiği ayrıcalıkları yaşamış olmayı ve sahip olunabilecek en kıymetli insanla geçirdiğim 24 seneyi, tüm anılarımızı seviyorum.

Can dostum dediğim birinin hayatımda olmasını, hayatta ne yaparsam yapayım ne kadar saçmalarsam saçmalayayım beni yargılamadan seven ve hep arkamda duran birinin olmasını seviyorum.

Arkadaşlarımı seviyorum, her ruh halime uygun çok sayıda farklı arkadaşımın olmasını ve benim zaman zaman onları bir araya getirmemi seviyorum.

Kendi yağımda kavruluyor oluşumu seviyorum. İyisiyle kötüsüyle kendime bir kariyer çizebilmiş olmamı, bütün bunları kendi çabalarımla yapabilmiş olmamı seviyorum.

Hayatıma giren, iyi ya da kötü izler bırakan, büyümemi kendimi bulmamı sağlayan bütün adını aşk koyduklarımı seviyorum.

İstanbulumu seviyorum... yaşadığım şehrin karmaşasını, günümüzle geçmişi birleştirmesini, denizi, boğazı, martıları, çengelköyü, balatı, kavağı, sultanahmeti, tüm birbirine zıt semtleri seviyorum.

Hayatımı genel anlamda seviyorum. Eksiği ve fazlasıyla benim olan, benim kurguladığım, değiştirdiğim ve geliştirdiğim ne varsa seviyorum. 28 yaşımda babamla barıştım. 30 yaşımda da kendimle barışıyorum...

iyiki doğdum, iyiki varım, iyiki benim

FSB Eylül 2013

12 Ağustos 2013 Pazartesi

pure human

pure love... anna katarina'nın fragmanında geçiyordu... pure yani saf, katışıksız, masum birçok farklı anlama aynı anda gelen ve o anlamların hepsinin birbirini tamamladığı kelime... Türkçe karşılığını tam olarak bulamadım. belki yok. bazı Türkçe kelimelerin İngilizce karşılığı olmadığı gibi. mesela gönül, mesela yazgı...
günün birinde eğer başarabilirsem egolarımdan ve korkularımdan tamamen sıyrıldığımda nasıl bir insana dönüşeceğimi merak ediyorum. aslında özümü merak ediyorum. pure seval, öz seval... koşulların şekillendirmediği bir seval... yaşadıklarının değiştirmediği bir seval. hamuru derler ya eskiler. hamuru ya da mayası... mayamın rengini merak ediyorum ve yapabileceklerini...

hayat pek basit değil. çok çeşitli ve çok güzel olmasına rağmen bir o kadar da zor. koşullar insana her türlü kancayı takıyor. yaralar egoya egolar kötülüğe dönüşüyor. cennet dedikleri yerde, herkes bu insanı şekillendiren koşullardan sıyrıldığı için mi saf mutluluk ve iyilik hakim.. bence öyle
egolarından sıyrılmış insan özleri yani ruhlar... belki bir şekilde beden de var. çürüyen beden dedikleri belki sadece bir benzetme... çürüyen ve yok olan insani handikaplar, egolar, korkular, insanı özünden uzaklaştıran üzerine yapışan her türlü fazlalık. onlardan kurtulunca mı yükseliyoruz göğe?
özümü merak ediyorum... öz seval, saf seval, adım bile koyulmadan öncesini... özüm ne? kancaları takmasalardı bedenime ne kadar yükselecektim? 

FSB Ağustos 2013

21 Haziran 2013 Cuma

dua

Hz. Ali'nin duası imiş; "Allah'ım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle." Bugün öğrendim bu duayı ve çok duygulandım. İstemeyi bilmek böyle bir şey olmalı. Arsızca da değil, ümitsizce de...

11 Haziran 2013 Salı

3'ü bi arada :)

İki haftayı buldu Gezi Direnişi devam ediyor...

Başbakan tutumunu değiştirmezken, direnişçilere destek verenlerin sayısı artıyor. Hükümet bunu görmüş olacak ki farklı önlemler alma yoluna gitti. Bugün Taksim meydanı ve AKM'deki bayrak ve afişleri indirme bahanesiyle meydana müdahale yapıldı. Hatta parkın içine bile düştü gaz bombaları. İstanbul Valisi bir yandan tv'leden bir yandan (işin ehli olmayan bir iletişim danışmanı tuttuğunu düşündüğüm) twitter hesabından "çiçek, böcek, ıhlamur kokuları" minvalinde mesajlar veriyor, Gezi'ye müdahale olmayacak diyor... Bir karışıklık bir cümbüş sürüp gidiyor. Sonu nereye varacak kestiremiyorum. Ülkem için benimle birlikte bu toprakları paylaşanlar için ailem ve gelecekteki ailem için üzülüyorum.

Ağaçları korumak adına çok romantik ve naif bir hareket olarak başlayan haklı direniş, insanların gözündeki meşruiyetini yitirsin diye hükümet tarafından günlerdir yıpratılıyor. Medyayı manipüle ettikleri yetmezmiş gibi sosyal medyada da kendilerince önlemler aldılar. Bugün bir vali haklılığını kanıtlamak için twitter'dan provokatörlerin resimlerini yayınlıyor. Takipçi ve yayınladığı içeriğin sayısı göz önüne alındığında, twitter acemileri bir grup, hem direnişe destek veren gazeteci/sanatçı gibi sözü çok dinlenen insanlara saldırıyor, hem de yalan yanlış provokatif bilgilerle direnişe destek verenlerin akıllarını karıştırıyor. Polis ise 14 gündür ikinci kere canlı yayına geçen TV'lerin etrafında sevgi dolu mesajlar veriyor, "provokasyona gelmeyin, biz sizi düşünüyoruz, hepiniz benim bebişlerimsiniz hmmms" Hisseli Harikalar Kumpanyası...

Boğazıma bir öküz gibi oturan, geleceğimi(zi) hayatımda hiç olmadığı kadar sorgulamama sebep olan bu olaylar silsilesinin yanında, bugün internette dolaşan bir görsel ufacık bir umut doğurdu içimde. Her birinin siyasetinden ayrı ayrı haz etmem, milliyetçilik üzerine yapılan tüm politikalara karşıyım. Onlar da sevmezler birbirlerini, senelerce kavga ettiler. Bulsalar birbirlerini bir karış suda boğacak olan şu bu üçlünün aynı karede olması, tarifi imkansız bir olay. Sayfalarca yazı yazılabilir bu görsel üzerine. Birçoklarının yorumuna katılarak diyorum ki, AKP'nin bu ülkeye yaptığı en büyük iyilik bu oldu galiba...

Görsel hafızamdan yıllarca silinmeyecek bu kare...


FSB Haziran 2013

3 Haziran 2013 Pazartesi

"bu biber gazı denen şey süper dostum"


Ülkemde son 6 gündür geleceğe hem umutla hem de kaygıyla bakmamı sağlayan bir nevi bünyemi şizofrenleştiren gelişmeler oluyor. Taksim Gezi Parkı'nın yıkılıp yerine topçu kışlası görünümünde AVM yapılması için ağaçları sökmeye çalışanlara karşı bir avuç "marjinal" doğa dostu tarafından yakılan kibrit, polisin bu insanlar karşısında sergilediği akıl almaz güç gösterisinin körüklemesiyle, yurt genelinde bir başkaldırıya dönüştü. En apolitiği bile sokaklara döküp hak aramaya iten bu küçük kıvılcım, 12 yıllık iktidarının son yıllarında kendi hayat görüşünü tüm ülkeye dikte etmeye çalışan bir siyasi erke karşı son yılların en büyük sivil direnişe dönüştü. Reyhanlı'daki olayların halktan gizlenmesi, 3. köprünün adı, alkol yasağı ( ya da hükümetin söylemiyle düzenlemesi), insanların günlük hayatlarını ve alışkanlıklarını ve en önemlisi hassasiyetlerini hiçe sayan söylemler ve icraatlar... Bütün bunların birikimi sonucunda insanlar tam anlamıyla patladı. Yine de çıkış noktasının doğa ve ağaç sevgisi olması ne hoş ne romantik...

Olaylar hala devam ediyor. Yurt genelinde bir direnişe dönüştü ve ben sonunu kestiremiyorum. Bu kadar olaya rağmen, burnundan kıl aldırmayan bir hükümetin başbakanın ar edip de söylem ve icraatlarından geri döneceğini zannetmiyorum. İşin kötüsü önümüzdeki seçimlerde de muhtemelen kazanacaklar. Ama bu demek değil ki olaylar sonuçsuz kaldı ya da kalacak. Bütün bunların diktatörlüğe giden bir hükümetin yoluna bir taş koyduğu aşikar. Bundan sonra "ben yaptım oldu" demeden iki kere daha düşünecekler. Belki günün birinde ciddiye alacağımız bir muhalefet bugünden oluşmaya başlayacak karşılarında... Yaşayıp göreceğiz, umarım güzel günlerimiz olacak.

Umutları bir kenara koyarsak, bu olayların elle tutulur en büyük katkısı, insanların empati yeteneklerini geliştirmesi oldu. Her ne kadar başbakanınkine tesir etmesede... Binlerce insan çok iyi anladı; ötekileştirilmek nedir, Türkiye'de medya kuruluşları olayları nasıl istediği gibi gösteriyor? Yafta yemenin, derdi dinlenmeden yargılanmanın ne olduğunu gördük ve pek çoğumuz ilk defa yaşadık. Çok güzel şeyler öğrendik son 6 günde... Hayatında eylem yapmamış hatta devlet babaya karşı gelenlere, "ama onlar da polise taş attı" diye içerlenen halk nihayet gözünü açtı. Ana akım medyanın sansürlediği ve manipüle edenlerin istediği gibi gösterdiği olaylar, tüm çıplaklığıyla sosyal medya sayesinde takip etti. Her ne kadar dezenformasyon fazla da olsa, insanlar yanlış bilgilerin ayıklanması için bile canla başla kullandı kendi küçük cep gasteciklerini... Hani klişe bir soru vardır, hangi dönemde yaşamak istersiniz diye... Ben bilginin bu kadar hızlı ve sansürsüz dolaşabildiği bir dönemde yaşadığım için çok şanslı hissediyorum. Biraz yorucu ve zor ama yine de çok şanslıyız.

Son olarak bugünlerde öğrendiğim, aslında iyi bildiğim ama bir kere daha gördüğüm en güzel gerçeklerden biri de memleketlimin mizah gücü oldu :) Günlerdir sosyal medyada ve sokaklarda gördüğüm güzel sözlerden / karelerden birkaç örnek paylaşmak istiyorum...

- "sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiyem"
- "alkolü yanlış zamanda yasakladılar, bak ayıldık, gördünüz mü?"
- "Başbakan, medyayı sorumsuzluk ile suçlamış. Pardon! Norveç medyasını mi?"
- "Twitter denen bir bela var başımızda" dedi başbakan. Hüsnü Mübarek'ten 'ah sen bir de bana sor' tweeti bekliyoruz"
- "Kucağa oturmak bence de ahlaksızlık. Bütün medya bu ahlaksızlıktan bir an önce vazgeçmeli"
- "Başbakan her ağzı olan konuşuyor diyor! Demokrasinin anlamı budur; biri anlatsın suna!"
- "bu biber gazı denen süper dostum" sadece sinüsleri değil algıyı da açıyor.







FSB Haziran 2013 

29 Mayıs 2013 Çarşamba

dayatma

Ülkemin en acı gerçeği; "kim iktidar ise kendi hayat görüşünü diğerlerine dayatır". Akıl baliğ olduğum günden bu yana en tahammül edemediğim şey, insanların kendi doğrularını diğerlerine dayatması. Bunu, dominant karakterli bir babayla başa çıkmaya çalıştığım ergenlik döneminde idrak ettim. Nasıl oluyordu da onun için doğru ama benim için saçma sapan olan şeyleri bana zorla yaptırıyordu? Bu hayat, bu beden bu akıl bana verilmemiş miydi? Benim yapmak istediklerim ve hayatımın yönü hakkında, kararlarım üzerinde nasıl olur da kendine hak görürdü?

Bir baba ile uzlaşmak nispeten kolay. Neticede iki birbirini çok seven insan var ortada. Kavga dövüş büyüsen de geçmişe dönüp baktığında birçok şeyi gülümseyerek hatırlıyorsun. Sana olan sevgisinde zerre çıkar olmadığını bildiğin ve senin de çok sevdiğin, bu dünyaya gelişinin vesilelerinden biri o... Ama bu "baba" figürlerinin toplamının zihniyetinden oluşan hükümetlerin yaptıkları? Onları asla gülümseyerek hatırlayamayacağım.

Türk aile yapısı nasıl ise Türkiye'deki gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin yapısı da aynen öyle. Muhafazakar ve dayatmacı. Hangi partinin iktidar olduğunun önemi yok. Hepsi aynı erkek egemen zihniyetin birer parçası. Yaptıklarının tek sınırı ya da birbirinden tek farkı, sahip oldukları güç oranında değişiyor. Türkiye'de kim iktidar olursa olsun "diğerlerine" kendi doğrularını ve yaşam şeklini dayatıyor. Dün "bizim yaşam şeklimize inancımıza müdahale ediyorlar" diye ağlayanlar, bugün soğuk yenen yemeğin tadını çıkarırcasına hareket ediyor. Kendilerinden olmayanın hayat şeklini değiştirmek, kendi inançlarını dayatmak için ellerinden geleni yapıyor. "Onların" olan tüm semboller, meydanlar, mekanlar değiştiriliyor, yak'ılıp yık'ılıp devr'ediliyor. Yaşam biçimlerine müdahale ediyor, sosyal yaşantılarını şekillendirmeye kalkıyorlar. Nasıl bir gençlik istedikleri yönünde beyanatlar vererek yapıyorlar hem de... Bir baba çocuğunu şekillendirmek için nasıl yoğun baskılar yasaklar dayatmalar koyuyor ise hükümetler de toplumu tek bir çocukmuşçasına şekillendirip tek tipleştirmek için elinden geleni yapıyor. Çoğunluğu ataerkil kafalardan oluşan bir ülkenin çocuklarından başka ne beklenir ki?

Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir demiş ya filozof, çok doğru, her şey değişir. Ama şu "dayatma kültürü" nasıl değişir bilemiyorum. Sanırım önce bireysel olarak kafaların değişmesi, ataerkil babaların değişmesi gerekiyor.

FSB Mayıs 2013

27 Mayıs 2013 Pazartesi

anneannem


Sizi hayatta en çok seven insanın kim olduğunu şıp diye söyleyebilir misiniz? Ben bu sorunun cevabından hayatta hiç birşeyden olmadığım kadar eminim. Beni bu dünyada en çok anneannem sevdi. Bu sebeple kaybettiğim/iz bunca insan arasında canımı gerçek anlamda tek yakan anneannem oldu.

Ailemin ilk çocuğu olarak dünyaya geldim. Küçükken çok kıskandığım şimdi ise dünyalar kadar çok sevdiğim bir erkek kardeşim var. Annem çok küçük yaşta olduğundan ilk çocuğunun sorumluluğunu kendi annesiyle paylaşmış. Ben anneannesi tarafından çok sevilerek ve şımartılarak büyütülen ilk torunlardanım. Annemin ve babamın gözdesi ol(a)masamda anneannemin bu dünyadaki en sevdiği varlık ben oldum. Sevgisini onun kadar hissettiren bir insan daha olmadı hayatımda.

38 yaşında anneanne olmuş pamuk'um. Ben o yaşta anne olabilecek miyim o bile meçhul. 30'uma dayandığım şu günlerde, anneannemin beni kucağına aldığında ne kadar genç olduğunu ancak idrak ediyorum.

Bugün onun beni nasıl sevdiğinden ziyade, nasıl bir insan olduğundan bahsetmek istiyorum. Ben hayatım boyunca hatırlayacağım, diğer torunları, çocukları ve sevenleri de öyle. Ama istiyorum ki tanıdığım en güzel insan için kalıcı birşeyler bırakayım. Bugünden itibaren blog'umda bana masal gibi anlattığı anılarını, ailesinin hayatını, yaşadıklarını paylaşacağım. Kimini direkt ondan duyduğum gibi, kimini biraz hayal gücümle süsleyerek, kimini senaryolaştırarak...

Anneannem tam anlamıyla "şahsına münhasır" dedikleri insanlardandı. İstanbul'da doğmuş büyümüş, karadenizli bir aile içine girmiş, kendini o insanlara çok sevdirmişti. Ailesi Selanik göçmeni olmasına rağmen, karadeniz gibi baskın bir kültürün zor insanların arasında saygı duyulan bir "kadın" olmayı başarmıştı. Anne ve babası ayrı büyümüş bir kadındı. O yıllarda çok olmayan boşanma travmasını yaşamış bir çocuktu. Babasıyla büyümüş ve babasına aşık bir kadındı anneannem. Her ne durum olursa olsun neşesi içinden taşan bir insandı. Annemin sözleriyle "bir şeylere ağlar, iki dakika sonra yüzünü diğer tarafa dönüp gülerdi". Ruhen ona çekmiş olmayı çok istedim. Onca sıkıntının derdin arasında nasıl o kadar neşeli ve güleç olabiliyordu ve etrafına mutluluk veriyordu? Ömrüm anlamaya yetecek mi bilmiyorum.

Kalp hastasıydı anneannem, 30 yaşında bu hastalığa yakalanmış, genç yaşlarda geçirdiği By-Pass ameliyatından sonra doktorlara küsmüştü. Hayatı boyunca nefesiyle mücadele etti, herkesten az oksijen aldığı için herkesten çok yoruldu. Ama bir gün bile kimseye belli etmeden ve neşesini kaybetmeden yaşadı.

Çok güzel bir kadının torunuyum ben. Fiziksel güzelliğinden bir parça nasiplenmiş olsam da karakterinden çok uzaktayım. Zamanla, büyüdükçe onu daha iyi anladıkça bazı yönlerimi benzetmeyi başarabilir miyim bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey ona ait olan hiçbir şeyi unutmayacağım. Bana olan sevgisini, anılarımızı, içindeki sonsuz insan sevgisini neşesini ve sesini... İşte bu yüzden bugünden itibaren onunla ilgili daha çok yazacağım. Özlediğim için, yanımda hissetmek için ve dua niyetine yazacağım.

FSB Mayıs 2013

17 Nisan 2013 Çarşamba

obua teorisi / kabiliyet meselesi


Ben insanları "aşık olabilenler" ve "aşık olamayanlar" diye ikiye ayırıyorum. Bu doğuştan gelen bir kabiliyet, bir beceri... yani sanatçının nasıl içinden geliyorsa o yaratıcılık, "aşk-sevda" da öyle... Bu insanın içinde var ya da yok.

teorim şu ki; ölçseler, obua çalmaya kabiliyeti olanlar daha çok çıkacak :)

Bu teoriden yola çıkarak şunu söyleyebilirim, bir insan birine gerçekten aşık olduysa ve işler iyi gitmediyse, günün birinde bir başkasına da aşık olacak. Yani aşk'ın gerçek olması ve yüceltilmesi için tek bir kişiye karşı duyulması gerektiği klişesine inanmıyorum. Hatta iddia ediyorum ki insan dünyaya "aşık" geldiyse her fırsatta aşık olacaktır. Şairler gibi...

Herkes yüreği kadar sever. Aşkın büyüklüğü maşukla değil aşıkla alakalı. Ne demiş gönül gözü açık ozan, "Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa"

FSB Nisan 2013


15 Mart 2013 Cuma

puzzle teorisi

Siz de hep gidip gidip aynı tip adamlara aşık oldunuz mu? Her ilişkinizde aynı sorunları yaşadınız mı? Aynı senaryoyu defalarca farklı aktörlerle, replikler dahi fazlaca değişmeden oynadınız mı? Benim başıma bu o kadar çok geldi ki oturup düşünmeye başladım sebebi ne ola ki diye... ve sonunda, ne istediğini / istemediğini çok iyi bilen ve isteklerinden vazgeçmeyen bir kadın olarak doğru puzzle parçasını bulana kadar, benzerlerine aldanmanın normal olduğuna karar verdim.

Bir puzzle teorim var ola ki; insanların hayatlarını tamamlayacak bir eşe ihtiyacı vardır. Eş, sevgili, hayat arkadaşı, yoldaş adı sıfatı ne olursa olsun "o" kişiye ihtiyacımız var. Hayatımızı ve kalbimizi tamamlamak için onu arıyoruz. Kimi ilk denemede tutturuyor, şans işte... Kimi uzun zaman arıyor ama bir veya birkaç defalar yanılıyor. Doğru parçayı ilk seferde "tıks" diye yerine oturtmak hiç kolay değil.

Bir puzzle'ı yapmaya kenarlardan başlarsın. Önce bir çerçeve çıkar ortaya. Bu çerçeve kimine göre yaşam alanı, kimine göre hayatın sınırları bana göre ise kurmakta olduğum hayatın iskeleti. Çerçeveyi çizdikten sonra içindekileri yerleştirmek kolay. Önce renklere ayır, sonra belirgin renkli olan parçacıklardan başla. Aile, dostlar, arkadaşlar, sosyal çevre, dersler, okullar, çalışma hayatı, hayaller, gerçekler, zevkler, aşklar... Bütün parçalar yerli yerine oturuyor. Bir parça var ki, hayatta büyük bir boşluğu tamamlayacak. İşte o biraz zor bulunuyor.

Puzzle'ın sonlarına doğru geldik. Sağ köşeye yakın biyerlerde küçük siyah renkli bir parça eksik. Koyu renkli parçaları birbirinden ayırmak çok güç. Uygun gibi görünen, dışarıdan bakınca birbirinin aynı gibi duran onlarca küçük siyah parçacık var. Aldık her birini elimize teker teker deniyoruz. Boşluğu tam anlamıyla dolduracak gibi parçalar bir türlü yerine oturmuyor. Çünkü oraya ait değil. Atıyor kendini dışarı, düşüyor, gidiyor, kayboluyor. Ama bir parça var ki, yerine götürdüğün anda... tıks... orası için şekillendirilmiş, o boşluk için yaratılmış. o kadar güzel oturuyor ki yerine, onu bir daha oradan çıkarmak için çok uğraşmak hatta zedelemek lazım...

İşte doğru insanı bulmak böyle bir şey. Ben ne istediğimi biliyorum. Madde değil manada birbirine çok benzeyen parçacıklar denedim. Özgür ruhlu adamları sevdim. Hümanist bulduklarıma değer verdim. Hayattan keyif almayı bilen bir adamla ben de keyif alacağım bir hayat sürerim diye düşündüm. Entelektüel biri olsun ki, hep daha çok şey öğrenmeme ve hayatı farklı açılardan görmeme yardımcı olsun istedim. Farklılıkların, farklı olanların kıymetini bilsin dedim. Bu özellikleri barındırdığını düşündüğüm adamlara aşık oldum hep. Henüz yanlış parçalar geçti elime ama belki sıradakidir aradığım...

FSB  Mart 2013

6 Mart 2013 Çarşamba

imge



frida kahlo'nun hayatını anlatan "firida" adlı filmde ne güzel işlemişlerdi, imgelerin sanatçının yaratma gücünün kaynağı olduğunu...

hayatta ne kadar çok resim karesi biriktirirsek o kadar kâr... baktıklarımız değil gördüklerimiz... benliğimize yerleşmiş ve bizi oluşturan imgeler... görmeyi seçtiklerimiz... ben farklılıklara bakmayı seçtim.. farklı olan ne kadar çok fotoğraf karesi varsa onları zihnime yerleştirmeyi seçtim. bu seçimimden ötürü yargılanacaksan ne gam... benim güzel olana olan meylimi kıskananları hiç mi hiç anlamıyorum.

imge = yaratıcılığın yapı taşı olan zihinsel resim

benim gözlerim neleri hangi imgeleri biriktirdi şimdiye kadar... işte insan olarak geldiğim nokta bununla alakalı. ne kadar görsel biriktirdim içinde... bu da yaşanmışlıkla alakalı. çok görmek, çok gezmek, çok deneyimlemek... farklı olan herşeye duyulan ilgi ve hatta açlık. tek yönlü insanları hiç sevmedim. ne kadar başarılı, kariyer sahibi, zengin, güçlü, güzel, yakışıklı olursa olsun... bunlar değil bir insana meyletmemin sebebi.. kişiliğinin çok yönlü olduğunu düşündüğüm insanlara özeniyorum sonra bu bir hayranlığa ve sevgiye dönüşüyor.. kendimle bir bağ kuruyorum. bazen yanılıyorum ama her seferinde yine de bir bağ olduğunu hissediyorum. içimdeki yaramaz ve meraklı kız çoçuğu kendine bi in bulmuş gibi hemen içeriye sızmaya çalışıyor...

biriktirdiğin imgeler kadar renkli kişiliğin...

FSB Mart 2013

dönmek



Kainatta her şey döner;
Dünya güneşin, ay dünyanın etrafında,
Gezegenler yörüngelerinde döner.
Pervane böceği yanma pahasına ateş etrafında
Küçük çocuklar oyun olsun diye kendi etrafında döner

Avlanan hayvan yiyeceğinin etrafında
İnsanlar hayat gailelerinin etrafında döner
Semazen aşkla aşka, “bir’ine” döner
İstenilen, arzulanan, aşk duyulan ne ise
Her canlı onun etrafında döner
“Dönmek” üzerine kuruludur bütün evren
Döne döne yaşar, döne döne büyür,
sonsuzluğa ulaşır

FSB Kasım 2012

adımın anlamı


Merhaba benim adım Seval. Hayatımdan mütevellit adım tam bir ironi... Annem küçük yaşta, daha kadın olduğunu bilmeden ve sevmeden evlendirilmiş. Çok saf, çok fedakar, çok duygusal bir "anne" o ama "kadın" değil. O yüzden bana kadınlığı öğretemedi. İnsan bilmediği şeyi öğretebilir mi? Hayatı boyunca aşkı tatmayan annem, 18 yaşında eline bir bebek tutuşturulunca adını sev-al koymuş. “Sevgiyle alakalı bir adın olsun istedim” demişti, ya sevda koyacakmış adımı ya da sevgi… Babam karşı çıkmış ,'pavyon kadını adı gibi isimler seçme' demiş. 'Seval’de karar kılmışlar. 
Bir insana isim vermek önemli bir konudur, çünkü o adın anlamını hayatı boyunca taşır derler. Benim adımın anlamı “sevdiğini al”. İki fiilin birbirine eklenmesinden oluşan, biraz zorlama biraz çakma bir isim. Belki de bu sebepten anlamı olduğunu düşünülen “sevdiğini elde etme” fiilini hiç yerine getiremedim. Aldıklarımı sevemedim, sevdiklerimi alamadım. Bir çeşit hırsa dönüştü ki çok tehlikeli... son günlerde kafamı onca derdin işin gücün dışında buna taktım....
Adımın anlamı bile "sevdiğini al" ise bu dünyadan gerçek bir aşk yaşamadan ayrılmayacağım!
 FSB Mart 2013

27 Şubat 2013 Çarşamba

kar küresinde yaşamak


Site hayatı bugünlerde çok moda olan bir yaşam biçimi. Hani şu içerisinde marketi, eczanesi, sineması olan, küçük bir alışveriş merkezi ile insanlara dışarıya çıkmadan site içerisinde mutlu mes’ud hayatlar vaat eden yapılar pek revaçta. Tanıdığım hemen herkes bu akıllı buldukları lüks evlerde yaşamak istiyor. Güzel, eski ve fakat bahtsız şehrimde yeni yapılaşma bu yönde. İnşaat şirketleri birbiri ardına yeni projelerle koca şehri boşluk bırakmazcasına dolduruyor. Lüks siteler, havuzlu, alışveriş merkezli, parklı bahçeli ama ruhsuz! İstanbul gibi tarihi muazzam bir şehre yakışmayan suni yapılar, çiçek bahçesine dikilmiş plastik kazıklar gibi… Ben bu siteleri “kar küreleri ”ne benzetiyorum. Gerçi kar küresi tanımı ilk başlarda size romantik bir tanım gibi gelebilir. Hele ki benim gibi doğuştan romantik bir insansanız. Ama burada benzerlik bulduğum nokta usul usul yağan ve insana mutluluk veren ışıltılı kar taneleri değil, kürenin camı yani sınırları. Küre içerisinde mutlu bir yaşam tasvir edilebilir. Ama küre işte en nihayetinde el kadar alan. Sınırlar içerisinde mutlu olunabilir mi? Hayattan kopuk sınırlı bir yaşam alanı içerisinde ömür tüketilir mi? Bazılarına koca dünya küresi yetmez iken nasıl oluyor da bazı insanlar güvenli-sınırlı küreleri içerisinde bir ömür tüketebiliyor. Ayrıca o küreye sahip olmak için senelerce ömürlerinden emeklerinden hayatlarından veriyorlar. Yirmi yıl çalışıyorlar, küre içerisinde küçücük bir daireye sahip olmak için… Sabah 7’de başlayan gün, işe giderken harcanan saatler, gün ışığın olduğu saatlerde kapalı ofislerde az oksijenle yetinme, sonra hava kararınca eve dönüş çilesi, nihayet saat 8 civarı güvenli fanusa giriş! Şimdi sitemizin bize sunduğu müthiş imkânlardan yararlanma vakti; haydi gün içinde yüzlerce kişinin kullandığı havuzumuza dalalım. İşte hayatın insana sundukları… Buna iyi yaşamak diyen kişilerin acırım ömürlerine.   
Ben bir hayat kuracağım. İçinde sanat, doğa ve dostlar olacak. Küçücük bir evim olacak. Küçücük evimin içine binlerce anı sığacak. Anlamlı bir ev olacak, ben kokacak. Sandalyesinin duruşunda bile bir “ben” olacak. Görenler "işte tam senin evin, içi de senin için" diyecek. Evimin güzel bir manzarası olacak. Manzara şart, bir de terası olursa benden mutlusu yok. Tarih kokan bir semtte olacak. Mutlaka bir penceresi denizi görecek. Güzel manzaralı evim İstanbul silueti görecek. Evden çıkıp iki adım yürüdüğümde beni bekleyen bir çay bahçem olacak ya da bir bankım…  dükkanı önünden geçerken iki kelam ettiğim esnafım olacak. Yürüye yürüye komşu semte geçeceğim. Sınırları duvarları olmayacak yaşadığım yerin, güvenlik görevlileri olmayacak. Evimin salonunda kitaplığım, L koltuğum ve anneannemin kristal aynası olacak. Seyahatlerden getirdiğim objeler, beni anlatan semboller olacak. Ruhumu yansıtacağı için evin antikacıya dönme ihtimali muhtemel. Ama asla kasvetli sarı bir havası olmayacak. Duvarları bembeyaz ve ferah tavanları yüksek… Geleni gideni bol bir ev olacak. Bir kar küresi içinde maket değil âlem’in içinde göze olacak.  

FSB Şubat 2013